Üniversite Herkesin Hakkı Ama Herkesin Şansı Eşit mi?

Üniversiteye gitmek, sadece bir diplomaya sahip olmak değil, aynı zamanda hayatta bir duruş geliştirmek, düşünmek, sorgulamak ve kendi yolunu çizebilmek anlamına geliyor. Her bireyin bu sürece dahil olabilmesi, yani yükseköğretime erişebilmesi, sadece bireysel gelişim için değil; bir ülkenin ekonomik refahı, sosyal adaleti ve demokratik gelişimi için de büyük önem taşıyor. Ama gelin dürüst olalım: Türkiye’de gerçekten herkes için bu yol açık mı? 
 

Türkiye’de lise çağındaki gençlerin bir kısmı hâlâ eğitim dışında kalıyor. 15-19 yaş grubundaki gençlerin %72,5’i okula devam ederken OECD ortalaması %84,1. Yani neredeyse her dört gençten biri liseye gitmiyor. Bu tablo, gençlerin üniversiteye erişim hakkı başlamadan önce bile bir eşitsizlikle karşılaştığını gösteriyor. Üstelik sadece okula gitmek yetmiyor; o okullarda nasıl bir eğitim aldıkları, ne kadar desteklendikleri, mezun olup olamadıkları ve üniversiteye hazırlanma süreçlerinde ne kadar imkâna sahip oldukları da önemli. 
 

Üniversiteye girişteki tablo da iç açıcı değil. 2022/2023 döneminde yükseköğretime devam eden gençlerin oranı %46 iken, bu oran 2023/2024’te %42,7’ye gerilemiş durumda. Daha da düşündürücü olan ise, 18-24 yaş aralığında “ne eğitimde ne istihdamda” olan gençlerin oranının %31,1 olması. Bu demek oluyor ki her üç gençten biri şu anda ne çalışıyor ne de okuyor. Eğitim sisteminin bu kadar dışına itilmiş bir gençlik hem bireysel olarak hem de toplumsal düzeyde ciddi kayıplara yol açabilir. 
 

Eğitimde fırsat eşitliği söz konusu olduğunda coğrafya hâlâ çok belirleyici. Türkiye’nin doğusu ile batısı arasında neredeyse görünmez bir duvar var gibi. Batıdaki çocuklar daha iyi altyapılara, daha donanımlı öğretmenlere ve daha zengin eğitim ortamlarına sahipken; Doğu ve Güneydoğu’daki öğrenciler için eğitim, çoğu zaman sadece fiziksel bir binaya ulaşmak değil, hayata tutunmak için mücadele etmek anlamına geliyor. Aynı sınava giriyorlar, aynı diploma için ter döküyorlar ama yarışa çok farklı yerlerden başlıyorlar. Bu bölgelerdeki çocuklara sağlanan desteklerin, masa başında alınan kararların ötesine geçip sahada etkili olması gerekiyor. 

Ekonomik durum, eğitime erişimin belki de en belirleyici faktörlerinden biri. Ailenin gelir düzeyi, çocuğun geleceğini adeta önceden yazıyor. Maddi durumu iyi olan aileler çocuklarını özel okullara gönderebiliyor, özel ders aldırabiliyor, iyi kaynaklara erişim sağlıyor. Oysa birçok öğrenci, defter-kalem parasını dahi denkleştirmeye çalışıyor. Bu adaletsizlik sadece üniversiteye girişte değil, üniversitede kalma sürecinde de etkili oluyor. Barınma, yemek, ulaşım gibi giderler, eğitimden çok hayatta kalma mücadelesini öne çıkarıyor. Ve çoğu genç bu yükün altında üniversiteyi bırakmak zorunda kalıyor. 
 

Kadınlar açısından durum daha da çetrefilli. Evet, Türkiye’de kadınların üniversiteye katılım oranı erkeklerden yüksek. Ama mezun olduktan sonra iş hayatına katılım oranları neredeyse yarı yarıya. Kadınlar eğitimde görünür oluyor ama iş dünyasında aynı şekilde yer bulamıyor. Toplumsal roller, bakım yükü, cam tavanlar derken kadınların kariyer hayalleri çoğu zaman sınırlanıyor. Bu yüzden sadece eğitimde değil, iş yaşamında da kadınları destekleyecek politikalar gerekiyor. Mentorluk programları, kreş imkanları, hibrit çalışma modelleri gibi uygulamalar kadınların yükseköğretimde edindiği kazanımları sürdürebilmesi açısından çok önemli. 
 

Engelli bireylerin durumu ise ayrı bir dikkat gerektiriyor. Üniversitelerin büyük kısmı hâlâ erişilebilir değil. Engelli öğrencilerin çoğu açık öğretime yöneliyor çünkü fiziksel ya da sosyal koşullar örgün eğitime katılmalarına el vermiyor. Sadece rampa yapmakla, birkaç dijital materyal sunmakla bu sorunlar çözülmüyor. Engelli bireylerin akademik, psikolojik ve sosyal olarak desteklenmeleri gerekiyor. “Engelsiz Üniversite” sadece bir slogan değil, gerçekten kapsayıcı bir sistemin parçası olmalı. 
 

Açık öğretim ve uzaktan eğitim, birçok genç için umut gibi görünse de çoğu zaman zorunlu bir tercih oluyor. Mezuniyet oranlarının düşüklüğü, birebir etkileşimin eksikliği ve yetersiz destek sistemleri, bu öğrencileri sistemin dışında kalmaya itebiliyor. Bu programların nitelikli hale gelmesi, sadece sayıyı artırmak değil, kaliteyi de artırmakla mümkün. 
 

Peki tüm bunları düzeltmek için ne yapmalı? Öncelikle eğitime ayrılan bütçeyi artırmak gerekiyor. Türkiye, OECD ülkeleri arasında öğrenci başına en az harcama yapan ülkelerden biri. Daha fazla yatırım, daha eşit imkanlar, daha güçlü destek sistemleri demek. Üniversite sayısını artırmak kadar o üniversiteleri nitelikli hale getirmek de önemli. Araştırma kapasitesi, öğretim üyesi kalitesi ve öğrenci destek hizmetleri güçlendirilmeden gerçek bir dönüşüm sağlanamaz. 
 

Üniversiteye erişim hakkı, sadece bir binaya girme hakkı değildir. O binada kendini geliştirebilme, sosyal destek alabilme, güvenli bir ortamda yaşayıp eğitimini tamamlayabilme hakkıdır. Bu yüzden eğitimde fırsat eşitliği dediğimizde sadece sayı değil, nitelik ve sürdürülebilirlikten de bahsetmeliyiz. Türkiye’nin genç nüfusu, en büyük avantajı olabilir. Ama bu avantajı kullanabilmek için adil, kapsayıcı ve cesur politikalara ihtiyacımız var. Çünkü eğitim, sadece bireyin değil, ülkenin de geleceğidir. 

Dr. Merve Yılmaz, Yönetim Kurulu Üyesi

Resim
X